MEKKE ZİYARET YERLERİ
Hira
Hira Mağarası’nı veya Hira Mağarası’nın bulunduğu Nur Dağı’nı ziyaret etmek, ibadetin bir parçası değildir. Ancak bir Müslüman, Mekke-i Mükerreme’de bulunduğu sürece Hz. Peygambere ilk vahyin geldiği Hira Mağarası’nın bulunduğu Nur Dağı’nı en azından uzaktan defalarca seyredecektir.
Hira mağarasının üzerinde bulunduğu Nur dağı. Hira mağarası, Nur Dağı’nın zirvesinden 15 m. aşağıda dağın kuzeyine bakan tarafında yer almaktadır. İçerisinde bir kişinin kalabileceği kadar bir alan vardır. Mekke-i Mükerreme’ye bakan tarafında bir açıklık bulunmaktadır. Bu açıklıktan Kâbe-i Muazzama görülebilir. Ancak bu gün çevredeki yapılaşma nedeniyle sadece Mescid-i Haram’ın minareleri görülebilmektedir.
Hz. Peygamber, 35 yaşından itibaren burada inzivaya çekilmeye, orada günlerce kalarak tefekkür etmeye başlamıştır.
İlk vahiyler olan Alâk sûresinin ilk 5 ayeti böyle bir inziva esnasında burada inmiştir.
Mutasavvıflar, O’nun Nur Dağı’ndaki itikâfını, Hz. Musa’nın Tur Dağı’ndaki halvetiyle kıyaslarlar, inziva ve itikâfın önemini vurgulamak için Hira tecrübesine işaret ederler. Hakikati arayış içerisinde olan Hz. Peygamber, câhiliyye’nin
hüküm sürdüğü Mekke’nin hareketli hayatından uzaklaşıp, kendisini dinleyebilmek, kâinat hakkında tefekkür edebilmek
amacıyla geliyordu Hira’ya. Orada inen ilk vahiylerle hem kendisini, hem de Rabbini bulmuştu. Çünkü O, vahiyle, Kur’an’la buluşmuştu.
O günkü Mekke’ye nispetle çok daha fazla yoğun ve yorucu bir hayatın içinde olan günümüz insanı, Hz. Peygamber’in bu inzivasına benzer bir inziva tecrübesini belki de hiç yaşamamıştır. Sürdürdüğü o hızlı tempolu modern hayatında “inziva” ve “tefekkür” kavramları, belki de hiç yer almamıştır. Doğrusu ne kendini dinlemeye, ne hakikati tefekkür etmeye, ne de Allah’ın gönderdiği vahiyle, Kur’an’la baş başa kalmaya yeterli zamanı olmuştur. Namaza ayırdığı kısa zaman dilimlerinden başka, belki de kâfi derecede zaman ayıramamıştır. Kendini ve Rabbini tanımaya. Yaşadığı modernite, ister istemez sürekli uzaklaştırdı ve yabancılaştırdı onu Hira’nın armağanı Kur’an’dan ve vahyin öğretilerinden. Birçokları için bu ve buna benzer gerçekleri düşünebilmesi için Mekke-i Mükerreme’ye geliş, bir fırsattır. Hira, bu acı gerçekle yüzleşmenin bir anlık da olsa düşünüldüğü, hatırlandığı yerdir. Hz. Peygamber’i vahiyle buluşturan Hira, ziyaretçiyi de buluşturmalıdır vahiyle, Allah’ın Kitabıyla. Hz. Muhammed’in hayatını değiştiren Hira’nın Kitabı, onun hayatını da değiştirmeli, ona da hayat vermelidir. Hira’yı anlamak, vahyi anlamaktır, Kur’an’la yeniden buluşmaktır.
Hira, hakikati arayan için inzivaya ve tefekküre olan ihtiyacı hatırlamaktır. “Hani, o ikisi mağarada iken arkadaşına: ‘Üzülme! Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Tam o sırada Allah ona serinkanlılık indirdi ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin planını da alaşağı etti…” (Tevbe sûresi, 9/40) Sevr’in zirvesinden gün batımı.
Sevr
Sevr Mağarası’nı ziyaret etmek de ibadetin bir parçası değildir. Hicret sırasında Resûlullah (s.a.s.), Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte müşriklerden korunmak amacıyla içine girerek sığındıkları ve üç gün kaldıkları yere Sevr mağarası denmektedir.
Sevr Dağı, Mekke’nin güney batısında yer almaktadır. Yemen yolu üzerinde Mekke’den 5 km. uzaklıkta yer alır. Hayli yüksektir. Bu mağara, Sevr Dağı’nın tam tepesinde bulunmaktadır. İki üç kişinin sığacağı kadar bir alanı vardır. Kur’an-ı
Kerim’de de bu mağara zikredilmektedir. (Tevbe sûresi, 9/40)
Mekkelilerin, kendisine suikast düzenleyeceği haberini alan Hz. Peygamber, sıcak sebebiyle herkes öğle uykusundayken
Hz. Ebu Bekr’in evine gelir. Ona, kendisine hicret emri verildiğini söyler. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra ikisi, doğru Sevr Dağı’nın zirvesine çıkarlar. Aslında Medine’ye hicret etmelerine rağmen, sırf suikastçıları şaşırtmak için strateji gereği Medine istikametine değil de, tam ters istikametteki Sevr’e tırmanırlar.
Allah Resûlü, her zaman olduğu gibi, bu seferinde de her türlü tedbiri almıştır. Yol arkadaşı olarak Hz. Ebu Bekr’i seçmiş, ücretini ödeyerek onun devesini almış, yol için gerekli yiyecek ve su hazırlanmış, kılavuz tutulmuş, arkalarından izlerini kapatması için bir davar sürüsü ayarlanmış ve Mekke’den günlük haber getiren bir haberci kullanılmıştır. Bütün bu tedbirlerden sonra Sevr Dağı’nın zirvesindeki birkaç kayanın üzerini kapattığı, üç tarafı insan girebilecek kadar açık olmasına rağmen mağarayı andıran büyükçe bir kayanın altına gizlenmişlerdir. Ancak, her tarafta onları arayan müşrikler üç gün sonra mağaranın ağzına kadar gelmişlerse de, Allah bu iki hicret yolcusunu korumuştur. Kur’an, bu sahneyi şöyle anlatmaktadır:
Hani, o ikisi mağarada iken arkadaşına: ‘Üzülme! Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Tam o sırada Allah ona serinkanlılık indirdi ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin planını da alaşağı etti…” (Tevbe sûresi, 9/40)
Buradan anlaşılıyor ki, Hz. Ebû Bekr, müşriklerin Hz. Peygamber’e bir zarar vermesinden korkmuş, Peygamberimiz ise onu Allah’ın kendileriyle beraber olacağını hatırlatarak teskin etmiştir. Gerçekten de bu kadar tedbiri aldıktan sonra Allah’a tevekkül etmekten başka çareleri olmayan bu iki kulundan Yüce Allah yardımını esirgememiş, elçisine önce “serinkanlılık” indirmiş, ardından da onu “görünmeyen ordularıyla” destekleyerek korumuştur. Kimsenin göremediği ve mahiyetini bilemediği bu ordular, müşriklerin mağaranın ağzından geri dönmesini sağlamıştır. Onların gitmelerinden sonra bu iki yolcu Medine yolculuğuna devam etmişlerdir.
Sevr’i anlamak, Hz. Peygamber’i doğru anlamakla mümkündür. Her yönüyle “güzel bir örnek olan” Allah Resûlü, suikastçılardan korunmak için, gayet yerinde bir strateji uygulayarak bu konuda da örnekliğini göstermiştir. Mekke şartlarında yaşayan herhangi bir insanın yapması gerekenleri yapmış, alması gereken tedbirleri almış, eskilerin tabiriyle “esbaba tevessül etmiş”, ondan sonra “Allah bizimle beraberdir” diyerek tevekkül etmiştir. “Nasıl olsa Allah beni korur” diye devesine binip doğru Medine yoluna koyulmamış, ters yöne gidip, Sevr’de üç gün gizlenerek müşrikleri yanıltmıştır. Dikkat edilirse bu yolculukta Allah’ın yardımı tam zamanında yetişmiştir. Zaten, kendisine yardım edenlere (Onun koyduğu ölçülere göre hareket edenlere) Allah’ın da yardım etmesi, O’nun değişmez bir kanunudur. Sevr’i anlamak, sünneti, hikmeti, basireti, tedbiri, tevekkülü, Allah’ın yolunda olmayı ve Allah’ın yardımını anlamakla mümkündür. Tedbir almadan tevekkül etmek nasıl doğru olmazsa, esbaba tevessül etmeden, gerekli tedbirlere başvurmadan ilâhî yardım beklemek de doğru değildir.
Kısaca Sevr, sünneti ve stratejiyi anlamak demektir. Sevr ziyaret edilirken bunları yeniden anlamaya çalışmalıdır.
Sevr Dağı’nın zirvesi.
Yukarıda açıklandığı gibi umre ibadeti, Kâbe’yi tavaf ve Safa-Merve arasında sa’y ile gerçekleşir. Umrede ibadet olarak Arafat, Müzdelife ve Mina’da yapılacak herhangi bir iş ve davranış yoktur. Ancak umre ibadeti için Mekke-i Mükerreme’ye gelenler, Hac ibadetinin en önemli rüknü olan Arafat vakfesinin yapıldığı yeri ve Haccın vaciplerinden olan Müzdelife vakfesinin yapıldığı yer ile cemeratın icra edildiği Mina’yı ziyaret etmek isterler. İbadete ilişkin olarak buralarda yapılacaklar, hac ibadeti ile ilgilidir. Haccın en önemli rüknü olan Arafat vakfesi, Arafat’ta gerçekleştirilir. Hacda ayrıca Müzdelife vakfesi de vardır. Bunun yanında Mina’da yapılacak birtakım fiil ve davranışlar da yine hac ibadetine ilişkindir.
Arafat
Kelime olarak Arafat, “bilme, anlama, tanıma” ve “güzel koku” gibi manalara gelen bir kökten gelmiştir. Dünyanın her tarafından gelen insanların bu yerde birbirleriyle görüşüp tanışmaları veya günahlarını itiraf ederek Allah’tan af dilemeleri, affedilmelerinden sonra günah kirlerinden temizlenip Allah katında güzel bir kokuya sahip olmaları sebebiyle Arafat’a bu adın verildiği ileri sürülmüştür. Hac esnasında Arafat’ta vakfe, bütün dünya müslümanlarını temsilen gelen heyetlerin oluşturduğu dünyada eşi benzeri görülmeyen bir zirvedir. Sadece Müslüman olan ülkelerden gelenlerin değil, diğer ülkelerde yaşayan müslümanların da katıldığı büyük bir ibadet toplantısıdır. Ancak bu büyük toplantının müslümanlar ve insanlık açısından çok büyük potansiyel faydaları vardır. Geçmişte olduğu gibi, dinî, ilmî, içtimaî ve de siyasî meselelerini konuşup çözüme kavuşturabilecekleri modern anlamda organizeli, düzenli, disiplinli bir kongre olamasa da, gönüllerin, ruhların uzlaşması vardır orada. Dilleri, ırkları, renkleri, kültürleri ve coğrafyaları farklı olmasına rağmen, inançları, duyguları, dertleri, dilekleri ve duaları aynı olan milyonların yürekleri ve yanık yakarışları
vardır Arafat vakfesinde. Arafat, insan türünün geçici yurdu Dünya ile ilk buluştuğu noktadır. İnsanlığın başladığı yerdir âdeta. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi mahiyetindeki Veda Hutbesini okuduğu yerdir. Bu kutsal mekânı ziyaret ederken kişi, kendini daha iyi tanımak, yolunu daha iyi tanımak, hayat yolculuğundaki yerini tanımak ve sonuçta Rabbini tanımak için neler yapabileceğini, bundan böyle nasıl bir yol izleyeceğini düşünmelidir. Çünkü insan olarak kendini, yeryüzündeki görevini ve sorumluluğunu doğru bir şekilde kavrayabilen kişiler yolunu şaşırmaz.
İnsan olarak kendimizi tanıyamazsak yolumuzu şaşırırız. Sonuçta hem kendimize hem de çevremize ve diğer yaratılmışlara karşı zararlı bir unsur hâline geliriz. İnsanlık tarihinde en acımasız, en kirli, en kötü yönelişlere de tanık olmak mümkündür, en güzel, en erdemli yönelişlere de. Önemli olan bu yelpazede bizim yerimizin bugüne kadar neresi olduğunu keşfedip bundan sonra neresi olması gerektiğini belirleyebilmektir. Bunun için Arafat önemli bir fırsattır. Çünkü Arafat marifettir.
Cebel-i Rahme
Arafat’ın doğu tarafında Hz. Peygamber (s.a.s.)’in eteğinde Arafat vakfesini yaptığı tepeciktir. Allah Resûlü (s.a.s.), Arafat vakfesini sırtını Rahmet dağına verip Kıbleye dönerek bu tepeciğin eteğinde yapmıştır. Bazı rivayetlerde burası, Âdem (a.s.) ile Havva validemizin Cennetten indikten sonra dünyada ilk defa buluştukları yer olarak anlatılmaktadır.
Rahmet dağı, Arafat düzlüğündeki yegâne tepeciktir. Dağın tam tepesinde dikdörtgen bir sütun bulunmaktadır. Bu sütunun dinî bir niteliği yoktur. Bu tepeye tırmanmak da Sünnet değildir. Bu tepeciğin eteğinde yer alan ve Osmanlılardan kalmış bulunan eserler izale edilmiş, buradaki sebillerden kalan son çeşme de en son 2005 yılında kaldırılmıştır. Halen bu tepenin yanında Osmanlı döneminden kalma yıkık bir su deposunun kalıntıları ve diğer bazı kalıntılar bulunmaktadır. Rahmet dağının eteğinde atalarımızın hacılara su sağlamak üzere yaptıkları çeşmelerin kalıntıları.
Nemire Mescidi
Arafat’ta bulunan büyük bir camidir. Arefe günü öğle ve ikindi namazları cemeat-i kübra (büyük cemeat) ile cem-i takdim (usulüne göre birleştirilerek) bu camide kılınır ve burada hutbe okunur. Veda haccında Allah’ın elçisi (s.a.s.) için burada bir çadır kurulmuş ve Hz. Peygamber burada namaz kıldırıp hutbe okumuştur. Daha sonra buraya etrafı duvarla
çevrilerek bir sahra mescidi yapılmış ve bu cami tarih boyunca pek çok defalar yenilenmiş ve genişletilmiştir. Son hâliyle içinde yaklaşık üç yüz bin kişinin namaz kılabileceği altı minareli bazı yerleri iki katlı bir cami hâline gelmiştir.
Müzdelife ve Meş’ar-i Haram
Müzdelife, Harem sınırları içinde Arafat ile Mina arasında kalan bir bölgenin adıdır. Haccın vaciplerinden Müzdelife vakfesi burada yapılır. Kur’ân-ı Kerim’de geçen Meş’ar-i Haram da buradadır. Hacılar, Arafat dönüşü gece Müzdelife’de akşam ve yatsı namazlarını birleştirerek kılarlar. İnsanların toplandığı bir yer olması münasebetiyle buraya Müzdelife dendiği rivayet edilmektedir. Başka bir rivayete göre, Hz. Âdem ile Hz. Havva burada birleştikleri için buraya Müzdelife denilmektedir.
Müzdelife ziyareti sırasında kişi, Yüce Allah’ı hayatında ne derece andığının bir muhasebesini yapmalıdır. Çünkü Müzdelife’deki Meşar-i Haram, Kur’an’da, insanların Allah (c.c.)’ı çokça zikretmeleri emriyle birlikte geçmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.), burada akşam ve yatsı namazını birleştirerek kıldırmış, sonra da Kuzah Dağının eteğinde istirahat buyurmuştur. Sabahleyin de burada vakfe yapmıştır. Kuzah Dağı, bugün Meşar-i Haram mescidi olarak anılan mescidin yakınında yer almaktadır. Eskiden Müzdelife gecesi burada ateş yakılırmış.
Müslümanın övgüye lâyık en önemli niteliklerinden biri, her daim Allah’ı anması, ve O’nu unutmamasıdır. Yüce Allah, “Beni anın ki ben de sizi anayım…” (Bakara sûresi, 2/152) buyurmaktadır. Gerek genişlik ve rahatlık zamanlarında ve gerekse sıkıntılı ve zor zamanlarda Allah’ı anan kişi, her zaman Allah’ın yardımını yanında bulur. Müzdelife, bu nitelik karşısındaki konumumuzu değerlendirme yeridir. Bu bakımdan “…Arafat’tan ayrılıp (sel gibi Müzdelife’ye) akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin. Onu, size gösterdiği gibi zikredin…” (Bakara sûresi, 2/198) ayetinde özellikle, Allah’ı, üzerinde anmamız zikredilen Müzdelife’yi ziyaret ederken O’nu anma ve unutmama konusundaki konumumuzu gözden geçirmeli, bu açıdan bir nefis muhasebesi yapmalıyız.
Mina
Arafat’tan Mekke-i Mükerreme’ye doğru yol alırken Müzdelife’den sonra Mina’ya gelinir. Mina, etrafı dağlarla çevrili bir vadidir.
Doğudaki başlangıcı, Vadi-i Muhassir, batı sınırı ise Akabe’dir. Mescid-i Haram’dan yaklaşık iki km. uzaklıktadır. Mescid-i Haram’ın kuzey doğusuna düşer. Zilhicce’nin sekizinci günü hacılar sabah namazını Harem’de kıldıktan sonra Mina’ya hareket ederler. Zilhicce’nin sekizinci günü öğle, ikindi, akşam, yatsı ve zilhiccenin dokuzuncu günü sabah namazını burada kılarak Arafat’a hareket ederler. Arafat dönüşü de Zilhicce’nin onuncu, on birinci ve on ikinci günleri burada kalınır ve Hac menasikinden cemerata taş atma, kurban kesme ve tıraş olma fiil ve davranışları burada yerine getirilir.
Allah Resûlü (s.a.s.), Mina’da, Mescid-i Hayf’ın bulunduğu yerde kalmış ve orada namaz kılmış, hutbe okumuş ve tıraş olup kurbanlarını kesmiştir. Günümüzde Mina, bir çadır kent hâline gelmiştir. Hacılar için buraya modern ve kalıcı çadırlar yapılmıştır. Bu çadırlarda hacılar, rahat bir şekilde kalabilmektedirler. Hacıların bu çadırlarda kalacağı günlerde doğal ihtiyaçlarını rahat bir şekilde karşılayabilecekleri düzenlemeler yapılmaktadır.
Mina’nın başlangıç noktasındaki Muhassir bölgesi, filleriyle Kâbe’yi yıkmak üzere gelen Ebrehe ordusunun, sürü sürü kuşlar tarafından atılan taşlarla hüsrana uğratıldığı yerdir.
Mina; aşırı istek, arzu demektir. Mina, Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in, Allah’a olan aşklarının sınandığı yerdir. Bu sınavda Hz. İbrahim, ahir ömründe kendisine verilen biricik oğlunu Allah için kurban etmek; İsmail ise, bu uğurda canını vermek gibi çok ciddi bir sınavdan geçmektedirler. Bir tarafta Allah’ın emri ve aşkı, diğer tarafta ise ciğerparesi
vardır ve her ikisi de sınanmaktadır. Allah sevgisi mi, evlat sevgisi mi? Allah sevgisi mi, yaşama arzusu mu?
Hz. İbrahim, durumu oğluna açar ve görüşünü sorar. Hz. İsmail’in cevabı kısa ve nettir: “Babacığım! Sana emredileni yap! Beni sabredenlerden bulacaksın!” (Saffât sûresi, 37/102) Bu cevap üzerine Hz. İbrahim, sevgili oğlunu Allah yolunda kurban etmeye karar verir ve Mina yolunu tutar. Allah’ı her şeyden, herkesten daha çok sevdiğini, Allah’a olan aşkının her şeyin üstünde olduğunu ispat etmek üzere çıkar yola. Ancak, peygamber de olsa, baba olabilmek için neredeyse tam bir asır bekleyen bir insan olan Hz. İbrahim’in karşısına o esnada şeytan çıkar. Bu kez, bir tarafta Allah’ın emri, diğer tarafta şeytanın vesvesesi vardır. Ve İbrahim’i kararlılık ağır basar. Hz. İbrahim, tercihini Allah sevgisinden, ebedî aşktan yana kullanır. Kendisini Allah’a yaklaştıran yolda karşısına çıkan şeytanı, bugün taşlamanın yapıldığı yerlerde defalarca taşlar. Neticede baba-oğul ikisi de Allah’ın emrine teslim olurlar ve bu ağır sınavı kazanırlar. (Saffât sûresi, 37/103-107)
İşte Mina, can, mal, mülk, mesken, evlat, eş, kardeş, ticaret, aşiret, mevki, makam, rütbe vb. fani sevgilerin aşıldığı, Allah sevgisinde zirveye ulaşıldığı yerdir. Mina’yı ziyaret ederken iç dünyamızı bir gözden geçirmeli ve Allah sevgisi karşısındaki konumumuzu bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız.
Allah sevgisi mi, diğerleri mi? Bize verilen nimetler ve imkânlar, bizleri Allah sevgisine mi götürüyor, yoksa O’nun yolunda birer engel mi teşkil ediyor? Diğer bir ifade ile kişi, Hz. İbrahim ve İsmail misali, en çok sevdiği varlıklarını, Allah sevgisi uğruna feda edebiliyor mu? Bu noktada Allah’ın müjdesine mi itibar ediyor, yoksa şeytanın vesvesesine mi?
Aslında Hz. İbrahim ile oğlunun sınavıyla, bugün bizim sınavlarımız pek farklı değildir. Ancak İbrahimî tavır takınmanın çok zor olduğunda şüphe yoktur. Bu zorlu sınavda diğer sevgiler ağır basıyorsa, burada yapılacak şey, Allah’tan istiğfar dilemektir. Nitekim ayette de Allah’tan bolca bağışlanma dilenmesi emredilmektedir.
Hayf Mescidi
Hayf Camii (Mescid-i Hayf) Mina’nın kuzeyindeki dağın eteğinde Cemre-i suğra’ya (küçük şeytan) yakın bir yerde büyük bir cami bulunmaktadır. Yukarıda da belirtildiği üzere Allah Resûlü (s.a.s.), bu camiin bulunduğu yerde kalmış, namaz kılmış ve hutbe okumuştur. İlk önce etrafı çevrilerek bir sahra mescidi hâlinde düzenlenen bu cami de tarih boyunca pek çok defalar yeniden yapılmış ve genişletilmiştir. En son olarak Suudi Arabistan tarafından yapılan yeniden yapım ve genişletme ile dört minareli büyük bir cami hâline getirilmiştir.
Akabe Mescidi Akabe
Mina’da bulunan Cemre-i Kübra (büyük şeytan)dan Mekke-i Mükerreme istikametine doğru az ilerde sağ tarafta bir mescit bulunmaktadır. Bu mescide Akabe Mescidi veya Biat Mescidi denmektedir. Bu mescidin bulunduğu yerde tarihin
akışını değiştiren biat olayı yaşanmıştır. Bu büyük olayın anısına yapılan bu mescid, tarih boyunca birçok defa yenilenmiştir. Bizim için önemli olan, bu mescidin bulunduğu yerin hatırasıdır. Burası, hac mevsiminde Medine’den gelen sahabilerin Resûlullah (s.a.s.) ile buluşarak ona biat ettikleri yerdir.
Bilindiği gibi Resûlullah (s.a.s.), bütün benliğiyle insanları hidayete ulaştırmak için çabalıyordu. Bu hususta elinden gelen bütün gayreti gösteriyordu. Resûlullah (s.a.s.)’ın uzun süren bu gayretleri nihayet önemli bir karşılık bulmuştu. Bir hac mevsiminde Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Yesrip’ten gelen ve Hazrec kabilesine mensup bulunan altı kişiyle karşılaştı ve onlara İslâm’ı tebliğ etti. Bu kişiler son bir peygamber geleceğini Yahudilerden duymuşlardı. Bu Hazreçliler, Allah Resûlü (s.a.s.)’nün davetini kabul ettiler ve Müslüman oldular. Bir sene sonra Medine’den on iki kişi Müslüman olarak gelip Allah Resûlü (s.a.s.)’ne burada biat ettiler.
Bu yapılan biata ‘Birinci Akabe Biatı’ denildi. Bu biattan sonra Resûlullah (s.a.s.), Musab b. Umeyr (r.a.)’ı Kur’an-ı Kerim’i ve İslâm’ı onlara öğretmek üzere görevlendirerek yanlarına verdi. Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’in ve bu sahabilerin gayretleri sonucu ertesi sene, Medine’den yetmiş iki erkek ve iki de kadın, Allah Resûlü (s.a.s.) ile Akabe’de buluştular.
Allah Resûlü (s.a.s.)’ne biat ederek onu canları, malları ve ırzları gibi koruyacaklarına söz verdiler. Ayrıca Resûlullah (s.a.s.)’ı Medine’ye hicret için davet ettiler. Bu biatte Hz. Peygamber’in amcası Abbas (r.a.) da bulunmuş ve Medinelilere verdikleri söz ile nasıl büyük bir tehlike ile karşı karşıya geleceklerini anlatmıştır. Verdikleri sözün ne anlama geldiğini açıklayarak, Allah Resûlü (s.a.s.)’nü koruyamayacaklarsa onu Medine’ye çağırmamalarını ve Mekke’de tebliğine devam etmesinin gerekliliğini söylemiştir. Onlar, biatlarının ne anlama geldiğini bildiklerini ve İslâm için bütün bu tehlikeleri göze aldıklarını söyleyerek söz verdiler.
Bu biatla Hicret’in de yolu açılmış oldu ve tarihin akışını değiştirecek büyük değişim süreci hız kazandı. Bu, İslâm dininin insanlara ulaştırılması için artık Medine-i Münevvere’nin merkez seçilmesi anlamına da geliyordu. Dolayısıyla Yesrib’in Medine-i Münevvere’ye dönüşüm süreci de böylece başlamış oldu.
İşte Akabe, bu büyük olayın yaşandığı yerdir. Akabe’den geçerken Müslüman, bu kuytu köşede Resûlullah (s.a.s.)’ın İslâm’ı nasıl güçlüklerle insanlara ulaştırdığını, bunun için ne kadar sıkıntılar çektiğini ve ilk müslümanların İslâm için nasıl hayatlarını, mallarını, canlarını ve her şeylerini ortaya koyduklarını bir kez daha hatırlamalı ve İslâm için ne yapıp yapamadığı hususunda kendi konumunu bir gözden geçirmelidir. Akabe biatları, Medineliler için hayatlarının olumlu anlamdaki en büyük değişimi idi. Acaba kutsal iklime yaptığımız yolculuk olumlu anlamda bizim hayatımızda ne gibi bir
değişim meydana getirecektir? Bundan böyle Hz. Peygamberin getirdiği evrensel ilkeleri benimseme ve hayata geçirme
bağlamında hayatımızda herhangi bir gelişim olacak mıdır? İşte Akabe’de bunun muhasebesi yapılmalıdır.
Cin Mescidi (Mescid-i Cin)
Cinlerin Hz. Peygamber (s.a.s.)’den Kur’ân-ı Kerim dinleyerek iman edip kendisine biat ettikleri yer olarak ifade edilen mahalde Cin Mescidi adıyla bir mescit bulunmaktadır. Bugün burada bulunan mescidin yerinde daha önce eskiden yapılmış bir mescit bulunmaktaydı. Bu mescidin de tarih boyunca pek çok defa yenilendiği anlatılmaktadır.
Rivayet edildiğine göre Allah Resûlü (s.a.s.), yanına Abdullah b.Mesud (r.a.)’u alarak bu mescidin olduğu yere gelir. Bir daire çizer. Abdullah b.Mesud’dan onun dışına çıkmamasını ister. Cinler burada Allah elçisini dinlerler, ona biat ederler ve Müslüman olurlar.
Bu mescidi ziyaret etmek de ibadetin bir parçası değildir. Ancak burayı ziyaret eden Müslüman kendisine yol gösterici olarak verilmiş bulunan Kur’ân-ı Kerim’in, görünen ve görünmeyen idrak sahibi varlıkları nasıl etkilediğini ve bu büyük kılavuzu idrak sahiplerine ulaştırmak için ne denli gayret sarf etmesi gerektiğini düşünmelidir. Cin Mescidi, Mescid-i Haram’ın kuzeyinde ve 2 km. uzaklıkta bulunmaktadır.
Mualla Kabristanı (Cennetu’l-Mualla)
İçinde Hz. Hatice validemiz de dâhil olmak üzere pek çok sahabinin defnedilmiş bulunduğu Mekke’nin en eski kabristanı. Hz. Peygamberin oğulları Kasım ve Abdullah da burada defnedilmiştir. Ayrıca Ebu Talip ve Abdulmuttalip de bu kabristanda bulunmaktadır. Osmanlılar döneminde başta Hz. Hatice validemiz olmak üzere bazı sahabilerin kabirleri üzerinde kubbeler bulunmaktaydı. Kanunî, Hz. Hatice (r.a.)’nin kabri üzerine büyük bir kubbe yaptırarak buraya bir de türbedar tayin etmiştir. Mekke-i Mükerreme, Suud devletinin yönetimine geçtikten sonra kabristandaki kubbeler yıkılarak mezarlar düzlenmiştir.
“Âdemoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnadır. Kesintisiz sadaka (sadaka-i câriye) meydana getirenler, topluma yararlı bir ilim (talebe, ilim öğrenme vasıtaları / eser) bırakanlar ve kendisine hayır dua eden hayırlı çocuk yetiştirenler.” Hadis-i şerif (Müslim, Vasıyye, 14; Ebû Davud, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)
Peygamber Efendimizin Doğduğu Ev (Mevlid-i Nebî)
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in doğduğu evin bulunduğu yerin ziyaret edilmesi de ibadetin bir parçası değildir. Peygamber Efendimizin doğduğu evin yeri, bugün Mekke kütüphanesi olarak kullanılan binanın bulunduğu yerdir. Harem-i Şerif’in kuzeyinde, yaklaşık 300 metre uzaklıktadır. Burada Allah Resûlü’nün dedesi Abdulmuttalib’in evi varmış. Sonra oğulları arasında paylaştırılmış ve bugünkü Mevlid-i Nebî’nin, yani kütüphanenin bulunduğu yer, Allah Resûlü (s.a.s.)’nün babasına verilmiş, ondan da Allah Resûlü (s.a.s.)’ne intikal etmiş. Buraya ‘Peygamberin doğduğu yer’ anlamında ‘Mevlid-i Nebî’ denmektedir. Tarih içerisinde Peygamber Efendimizin doğduğu ev birçok defa el değiştirmiş, sonunda Harun Reşid’in annesi Huzeyran Hanım burayı satın alıp mescide dönüştürmüştür.
Tarih boyunca birçok defa tamir edilmiştir. Bugünkü yapının, Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapıldığı ifade edilmektedir. Eski bina yıkılarak yeniden yapılmak suretiyle şimdiki hâline getirilmiştir. Daha sonraları kütüphane hâline
getirilen bina Mekke Evkaf İdaresine devredilmiştir. Burayı ziyaret eden Müslüman’ın hatırlaması gereken en önemli olay, belki de bu mıntıkada ilk müslümanların karşılaştıkları sıkıntılar ve işkencelerdir. Özellikle de müslümanlara karşı boykot olayında müslümanların bu bölgede çektiği büyük acılardır. İslâm’ın insanların gönlüne ulaşmasına engel olamayan Mekkeli müşrikler, bu defa değişik ve çok acımasız bir yöntemle Hz. Peygamber (s.a.s.)’in davetini engellemeye yöneldi. Müslümanları boykota karar verdiler ve onları, o zaman Şi’b-i Ebi Talib denilen bu bölgede kuşatma altına alarak onlarla her türlü ilişkiyi kestiler. Müslümanları açlığa mahkûm ederek İslâm’ın önünü kesmek istiyorlardı. Kendileri her türlü sıkıntıya katlanan müslümanları, çocuklarının açlık çığlıkları ile yola getirmek (!) istiyorlardı. O zaman Müslüman olmanın bedeli çok ağırdı. Ama Hz. Peygamber (s.a.s.)’in çevresinde kenetlenen bir avuç Müslüman, en ağır sıkıntılara ve acılara imanları sayesinde katlandılar ve yıllarca süren bu çok ağır günleri de yüce Allah’ın yardımıyla geride bıraktılar. Hz. Peygamberin doğduğu evin yerine inşa edilen ve bugün Mekke Kütüphanesi olarak kullanılan yapı.
Hudeybiye
Hudeybiye, Resûlullah (s.a.s.)’ın Mekke müşrikleri ile antlaşma yaparak İslâm davetinin önündeki en önemli engellerden birinin kalkmasını sağladığı yerdir. Mekke-i Mükerreme’ye yaklaşık 17 km. mesafede yer alan Hudeybiye, şimdiki tanımlama ile Eski Cidde Yolu üzerindedir. Harem sınırının hemen dışında yer aldığı ve yol üzerinde bulunduğu
için Hudeybiye Mekke-i Mükerreme’de ikamet edenlerin umre için ihrama girdikleri yerlerden biridir.
Hudeybiye kuyusunun günümüzdeki durumu. Yer olarak stratejik bir konumdadır. Mekke’den gelecekler uzaktan çok iyi görülebilir. Hudeybiye ile ilgili olarak ziyaretçiyi ilgilendiren en önemli şey, Hudeybiye kuyusu veya oralardaki birkaç tarihî kalıntı değildir. Buranın önemi, müslümanların burada Mekkeli müşriklerle yaptıkları Hudeybiye antlaşması ve sahabe-i kiramın Resûlullah (s.a.s.)’a hayatlarını ortaya koyarak biat etmesi ve bu biatın Kur’an-ı Kerim’de yer almasıdır.
Burada yapılan Hudeybiye antlaşması ile Mekkeli müşrikler, Medine’de kurulmuş bulunan İslâm devletini resmen tanımış oldular. Hudeybiye’nin ziyaretçi açısından hatırlanması gereken en önemli hatırası, sahabe-i kiramın burada Allah resûlü (s.a.s.)’ne hayatlarını ortaya koyarak biat etmeleridir. Şöyle ki; Allah Resûlü (s.a.s.), sahabe-i kiram ile birlikte (yaklaşık 1400-1500 kişi) umre yapmak üzere Medine-i Münevvere’den Mekke-i Mükerreme’ye hareket etti. Müslümanlar umreye niyet etmişler ve yanlarına kurbanlık develeri almışlardı. Savaş amacı taşımadığı için yanlarına silah almadılar. Her zaman olduğu gibi Resûlullah (s.a.s.), bu yolculuğunda da gerekli tedbirleri almış ve yapılması gereken hiçbir şeyi ihmal etmemişti. Bunun için Mekkelilerin durumunu öğrenmek üzere öncü birlik göndermiş, gerekli istihbarat faaliyetlerini yapmıştı. İstihbarat sonucu Resûlullah (s.a.s.), Mekkeli müşriklerin savaşmak için müttefiklerini topladıkları haberini aldı. Bunun üzerine her ihtimale karşı Medine-i Münevvere’den silahlar yola çıkarıldı. Resûlullah (s.a.s.), ashabı ile Mekke-i Mükerreme’ye yaklaşık 80 km. uzaklıktaki Usfan’a ulaşınca, Halid b. Velid, Mekke’ye müslümanları engellemek için asker almaya gitti.
Resûlullah (s.a.s.), gelişmeleri çok iyi takip ediyordu ve gerekli istihbaratı kusursuz olarak gerçekleştiriyordu. Bu gelişme üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), yönünü değiştirerek Usfan’dan Hudeybiye’ye geldi.
Hudeybiye’ye gelince Resûlullah (s.a.s.)’ın devesi kasva, çökmüş ve yerinden kaldırılamamıştı. Allah (c.c.)’ın fili hapsettiği gibi kendi devesini de Harem’e gitmekten alıkoyduğunu söyleyen Allah Resûlü (s.a.s.), burada konakladı ve
Mekke’ye bir elçi gönderdi. Elçiye çok kötü davranan Mekkelilere ikinci defa Osman (r.a.) elçi olarak gitti. Kendisine tavaf yapıp ihramdan çıkması teklif edilen Osman (r.a.), Allah Resûlü (s.a.s.) ihramdan çıkmadan kendisinin de çıkmayacağını söyleyince, Osman (r.a.)’ı hapsettiler. Osman (r.a.)’ın gelmesi gecikti. Daha sonra Osman (r.a.)’ın şehit edildiği yolunda bir haber geldi. Bunun üzerine sahabe-i kiram, Kur’ân-ı Kerim’de övgüyle anlatılan meşhur biatı gerçekleştirdi. Orada bulunan bir Semure ağacının altında Allah Resûlü (s.a.s.) ile birlikte ölene kadar savaşacaklarına dair söz verdiler. Orada bulunan 1400 kişinin bu meşhur biatı Kur’ân-ı Kerim’in ifadesinden hareketle Bey’atu’r-Rıdvan adını aldı. Bu biatı haber alan Kureyşliler, korkuya kapılarak Hz. Osman’ı hemen serbest bıraktılar ve Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyet göndererek Müslümanlarla meşhur Hudeybiye antlaşmasını imzaladılar. Antlaşma metnini Hz. Ali (r.a.) kaleme aldı. Antlaşmaya göre, müslümanlar o sene umre yapmayacaklar, umreye ertesi sene gelecek ve Mekke’de üç gün kalacaklardı. İki taraf on yıl savaşmayacak, Müslüman olan bir müşrik Medine’ye giderse geri verilecek, fakat irtidat eden bir kâfir geri verilmeyecekti. Allah Resûlü (s.a.s.), antlaşmayı kabul etti ve imzaladı. Daha sonra, kurbanlarını kesip ihramdan çıkan Allah Resûlü (s.a.s.) ve ashabı, 15- 20 gün Hudeybiye’de kaldıktan sonra geri dönmüşlerdir.
Görünüşte müslümanların aleyhine olan bu antlaşma, o anda müslümanlara çok ağır geldi. Müslümanlar ihramdan çıkmakta ağır davrandılar. Eşiyle istişare eden Resûlullah (s.a.s.)’a, mü’minlerin annesi hemen ihramdan çıkmasını, bunu gören sahabenin de ihramdan çıkacağını söylemiş, Resûlullah (s.a.s.) burada eşinin tavsiyesi doğrultusunda hareket etmiş ve bu hareket sonucu sahabe-i kiram da derhal ihramdan çıkmıştır. Burada kadının görüşüne Resûlullah (s.a.s.)’ın verdiği değerin fiilî bir uygulaması vardır. Hudeybiye antlaşmasının müslümanlar açısından nasıl büyük bir siyasî zafer olduğu daha sonra anlaşıldı. Çünkü bu antlaşma ile İslâm davetinin önündeki en önemli fiilî engellerden
biri kaldırılmış ve İslâmiyet hızla yayılmıştır. Sonuçta henüz antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra Mekkeli müşrikler antlaşmanın ilk aşamada müslümanların aleyhine görünen bazı maddelerinin iptalini istemeye başladılar ve üzerinden iki sene bile geçmeden antlaşmayı bozdular.
Ancak bu süre zarfında İslâmiyet hızla yayılmış, Hayber fethedilmiş ve Medine’de kurulan İslâm Devleti büyük güç kazanmış ve kısa bir süre sonra da Mekke-i Mükerreme fethedilmiştir. Hudeybiye, Resûlullah (s.a.s.)’ın sabrının, ileri görüşlülüğünün ve stratejisinin fiilî göstergelerindendir. İslâm’ın tanınması, yayılması ve müşrikler tarafından bir güç ve kuvvet olarak görülmesi, Hudeybiye antlaşmasıyla olmuştur. Bu bakımdan İslâm tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir.
Ziyaretçi, Hudeybiye’de sahabe-i kiramın Resûlullah (s.a.s.)’a bağlılığının derecesini, fedakârlığı, sabrı, stratejiyi, kadının görüşüne verilen değeri, basireti görecektir. Hudeybiye. Çevrili alanın az ilerisi, Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı yer. Çevrili alandan yola doğru uzanan ağaç sırasının sağında kuyu bulunmaktadır. Resûlullah (s.a.s.), Mekke’den gelenlerin çok rahatlıkla görülebileceği stratejik bir yer seçmiştir.
Cirane
Cirane, Taif ile Mekke-i Mükerreme arasındadır. Mekke-i Mükerreme’ye 29 km. uzaklıktadır. Allah Resûlü (s.a.s.)’nün Huneyn’den sonra umre yapmak için ihrama girdiği yerdir. Resûlullah (s.a.s.)’ın, Cirane’de bir süre kalmış olması ve
oradan ihrama girerek umre yapmasının hatırasına buraya sonradan bir mescit yapılmıştır. Burada bir de su kuyusu bulunmaktadır. Günümüzde Cirane küçük bir yerleşim birimi hâline gelmiştir.
Cirane, Harem sınırları içinde ikamet edenlerin ihrama girmek için gittikleri yerlerden biridir. Resûlullah (s.a.s.)’ın burada ihrama girmiş olmasından dolayı umreye gelen bazı müslümanlar, buradan ihrama girip umre yapmak isterler.
Ancak umre için illa Cirane’ye gidilmesi şart değildir. Mekke-i Mükerreme’de ikamet edenler, Harem sınırlarının dışına çıkarak herhangi bir yerden ihrama girip umreye niyet edebilirler. Günümüzde kolaylığı sebebiyle genellikle Ten’im’deki Hz. Âişe mescidi tercih edilmektedir. Hz. Âişe validemiz umre için ihrama burada girmişti.
Cirane, insanların dünya malı karşısındaki tutumlarının sınandığı bir yerdir. Huneyn savaşı sonrası elde edilen ganimetler buraya getirilmişti. Resûlullah (s.a.s.), bunları bir süre paylaştırmadı. Sahipleri gelirler de Müslüman olurlar ve malları kendilerine iade edilir diye bekletiyordu. Bu durum karşısında bazı insanlar Resûlullah (s.a.s.)’ı üzecek derecede dedikodu yaptılar. Diğer taraftan paylaştırma sırasında Resûlullah (s.a.s.), kalplerini İslâm’a ısındırmak istediği bazı yeni Müslüman olmuş kişilere ganimetlerden bolca vermişti. Bu durum da dünya malına karşı zaafı olan bazı kimseleri rahatsız etmişti.
Ancak Resûlullah (s.a.s.)’ın eğitiminde İslâmî bir kimlik kazanmış ve iman kalplerine yerleşmiş olan kimseler Resûlullah
(s.a.s.)’ın tasarrufundan herhangi bir rahatsızlık duymadılar. Resûlullah (s.a.s.) ile beraberliği dünya malına tercih ettiler. Onlar, bu beraberliğin hiçbir bedel ile değişilemeyecek kadar büyük bir nimet olduğunun farkında idiler.
Cirane’ye gidildiği zaman, dünya malını ellerinin tersi ile iterek Allah’ın elçisi ile beraberliği tercih eden sahabe-i kiramın
örnek davranışını hatırlamalı ve dünya malı karşısındaki konumumuzu yeniden gözden geçirmeliyiz.
Kâbe ve Mescid-i Haram İle İlgili Bazı Bilgiler
Kâbe, Günde en az beş vakit kendisine yöneldiğimiz Kâbe, yeryüzünde âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk binadır. İlk defa Hz. Âdem tarafından inşa edildiği rivayet edilen Kâbe-i Muazzama, Hz. Âdem’den itibaren pek çok defa tamir edilmiş veya yeniden yapılmıştır. Yeryüzüne indiği zaman Hz. Âdem (a.s.)’e Yüce Allah, yeryüzünde, semadaki Beyt-i Ma’mur’un izdüşümünde bir ‘Beyt’ yapmasını, onun ve evlatlarının, meleklerin arşın etrafında ibadet ettikleri gibi Zatına ibadet etmelerini emretmiştir. Rivayetlerde, meleklerin Kâbe’nin yapımına yardım ettikleri bildirilmektedir. Beyti ilk yapan, orada namaz kılıp tavaf eden Hz. Âdem (a.s.)’dir.
Daha sonra Kâbe, Allah’ın emriyle Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (a.s.) tarafından yeniden yapılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: ‘Ben seni insanlara önder yapacağım.’ İbrahim de, ‘Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)’ demişti. Bunun üzerine Rabbi, ‘Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz’ demişti.
Hani, biz Kâbe’yi insanlara toplantı ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail’e şöyle emretmiştik: ‘Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi (Kâbe’yi) tertemiz tutun.’ Hani İbrahim, ‘Rabbim! Bu şehri güvenli bir şehir kıl. Halkından Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri her türlü ürünle rızıklandır’ demişti. Allah da, ‘İnkâr edeni bile az bir süre, (bu geçici kısa hayatta) rızıklandırır; sonra onu cehennem azabına girmek zorunda bırakırım. Ne kötü varılacak yerdir orası!’ demişti.
Mekke’nin Kuruluşu
İbrâhîm(as), küçük İsmâil ile onu kucağında taşıyan annesi Hâcer’i alarak Mukaddes Diyâr’a, Fârân Dağlarının arasındaki vâdîye getirmişti. İlâhî emir gereği hanımını ve yıllar sonra kavuştuğu yavrusunu atının terkisine almış, yollar, vadîler, dağlar, beller aşarak getirip bu ıssız ve kurak topraklarda bırakmış, şimdi geri dönüyordu.
Bu soru İbrâhîm (as) için daha rahatlatıcı bir soruydu. “Evet,” diye cevap verdi. Bu cevap İbrâhîm’i(as) biraz rahatlatmıştı. “Evet” sözünü duyan Vâlidemiz de rahatlamıştı.“-Öyleyse, O bizi helakten koruyacaktır,” diyerek geri döndü.[2]
“Rabb’im! Ben âilemden bir kısmını Senin Mukaddes Beyt’inin yanında, ekim-dikim olmayan bir vâdîye yerleştirdim. Rabb’im! Namazlarını hakkıyla edâ etsinler istiyorum. İnsanlardan burayı arzulayıp gelen gönüller olsun. Onları çeşitli meyvelerle rızıklandır; umarız ki şükrederler.”(İbrâhîm, 14 / 37)
dilimini yaşıyordu.
Ağzına lokma atarken iştahı var mıydı? Canı bir şeyler yemek istiyor muydu? İçtiği su içindeki yangını söndürüyor muydu? Bunları bilemiyoruz. Ama o, yemeli, içmeliydi. Kendisi için değilse bile yavrusu için… Onun kalbindeki incelik, letafet ile dış dünya şu an ne kadar tersdi. O ne kadar şefkatli, çevresindeki kayalar ve dağlar ne kadar katı ve sertti.
Bir müddet çaresizlik içinde yavrusunun susuzluktan kıvranışlarına baktı. Yavrusunu bu durumda görmek istemiyordu. Aciz kalmanın acısını hissederken bir şeyler yapabilme arzusuyla gözlerini çevrede gezdirdi. Safa tepesini gördü. Tepe hem yakın, hem de biraz daha geniş bir ufku görebiliyordu. Tepeden çevreye göz atabilme imkânı vardı. Bir şeyler görebilmek, bulabilmek ümidiyle tepeciğe tırmandı. Oradan uzanan vadiye baktı; gözleriyle çevreyi taradı. Hiç kimse görünmüyor, suyun varlığına delil sayılacak bir işaret de göze çarpmıyordu. En acil ihtiyaçları suydu. Şu anda bütün
zihni onu bulabilmek veya kendisini ona ulaştırabilecek bir canlı izine rastlayabilmekle meşguldü…
geçirdi. Su izi yoktu; bir şey görünmüyordu. Yüreği ümit ve ümitsizlik arasında çırpınırken yedi kez bu
iki tepe arasında gitti geldi.
Biraz önceki sesi yine duydu. Yanılmış olamazdı; heyecanla karşılık verdi: “Sesini duyurdun! Yardım imkânın var mı!?”
çizmeye, tehlike olmadığını anladıklarında da inerek susuzluklarını gidermeye başlamışlardı. Bu sırada “Kedâ” yoluyla gelen Cürhümîlerden bir kâfile vâdînin güneyinde yakınlarda bir yerde konaklamıştı. Havada süzülen kuşları gördüler. Bu suyun varlığına işaretti. Ancak Cürhümlüler giderken de bu vâdîden geçmişler su görmedikleri gibi suyun varlığına dair hiçbir ize de rastlamamışlardı. Ancak kuşların bu dolaşışları, iniş-çıkışları boşuna olamazdı. Araştırma yapmak ve durumu öğrenmek üzere kuşların odaklandığı yere bir veya iki rehber gönderdiler. Çok geçmeden gönderilen rehberler heyecan içinde geri döndü. Su vardı. Hem de çok güzel bir su. Kuşlar boşuna bu vâdiye inip-çıkmıyorlardı. Ümit edilmeyen bir vâdîde böyle bir su kaynağının bulunması herkesi son derece hayrete düşürmüştü. Ancak, rehberlerin gördüğü serap değildi. Evet, gerçek suydu. İçildikçe veya kapla alındıkça, dipten kaynayan ve güneşle yanan vâdîde
pırıl pırıl parlayan suların eksileni tamamladığı bir kaynağın suyu… Zaman zaman yağan yağmurlarla meydana gelmiş bir gölcük veya bir birikintide yer alan herhangi bir su değil. Kolay kolay su bulunmayan, bulunanının da sürekli olmadığı bir diyarda karşılaşılan bu pınar, orada bir hazine bulmaktan daha kıymetli, daha güzeldi.
Bize de izin verir misin? Burada konaklayıp, buraya yerleşebilir miyiz?” dediler.
Hâcer Vâlidemiz sevinmişti. Yalnızlığın ne demek olduğunu iyi biliyordu. Bu gelenler de iyi insanlara benziyordu. Gayet edepli davranmışlar, suyu sahiplenmeye kalkmamışlar, kendisinden edep çerçeveleri içinde izin istemişlerdi. Hayırlı komşulara ne kadar da ihtiyacı vardı… Belli ki bu insanlar sürekli oturacakları, güven ve huzur duyacakları bir belde arayışı içindeydiler.
“-Evet” diye cevap verdi. Yalnız bir şartı vardı: “Su üzerinde hak iddia etmeyeceksiniz!”
Sevinerek; “Evet” dediler. Sudan istifade edeceklerdi ama asıl sahibinin Hâcer olduğunu unutmayacaklar, su ile ilgili kararları o, günü gelince de kucağındaki yavru verecekti.
Küçük İsmâîl filizlenmiş, arkadaşlar edinmiş, dillerini öğrenmiş onlarla konuşuyor, koşup oynuyordu…
İbrâhîm (as), duyduğu özlem ve hasret dayanılmaz hale geldikçe Filistin topraklarından ayrılır, Hicaz’a doğru uzanır, vefâlı zevcesi ve sevimli oğluyla buluşur, onlarla hasret giderdikten, sıhhat ve emniyetleri konusunda huzur duyduktan sonra geri dönerdi. Böylece yıllar yılları kovalamış, bu devrede bir de kurbanlık hadisesi yaşanmış, iki büyük insan bu büyük imtihandan başarıyla çıkmışlardı.
Cürhümlü gençlerle birlikte yetiştiği için Arapça’yı yaşadığı ortamda öğrenen ve bu lisanı çok iyi kullanan, duygularını, düşüncelerini fasih bir şekilde dile getiren bir gençti artık o. Son derece güzel ahlâklı, zekî, sağlam yapılı bir genç.
Konuşmalar da rahatlayınca İbrâhîm (as) oğluna, kendisine yeni bir emir verildiğini söyledi. İsmâîl’in her zamanki gibi cevabı hazırdı:
“Baba Rabb’in sana ne emretmişse onu yap.” Sonra konuşma şöyle devam etti.
“Bu konuda bana yardım eder misin?”
“Elbette yardım ederim.”
“Allahu Teâlâ, bana işte şurada bir ev yapmamı emretti.”
“Allahu Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığında bu beldeyi “haram belde” kılmıştır. Kıyamete kadar da Allah’ın bu haram kılışıyla mukaddesiyeti, haramiyeti devam edecektir.”[9]
Bu hadis-i şerife dayanarak bu beldenin dünya yaratılalı beri mukaddes bir belde, bu yerin de bu beldenin merkezi ve farklı bir yer olduğu açıktır.
Bu yer vahiyle İbrâhîm’e(as) haber verilmiş, o yeryüzündekilerin ibadet merkezi, kıblesi olacak evin inşa edileceği yere sevk edilmiş, Kâbe’nin inşasının orada gerçekleştirilmesi kendisine emredilmişti.
“Biz, İbrâhîm’e yapılacak Beyt’in yerini hazırladık ve ona şöyle dedik: Bana asla şirk koşma. Evimi, tavaf edecekler, namaz için ayakta kıyam edecekler, rükû ve secdeye varacaklar için temiz tut.
İnsanlara haccı ilan et! İster yaya, ister yolların yorduğu develer üzerinde sahraların derinliklerinden çıkarak yollara düşüp davetine gelsinler.”(Hac, 22/ 26-27)
Bu âyet-i kerîmelerde Kâbe’nin yerinin önceden hazır hale getirildiği bildirildiği gibi, ne gaye için inşâ edildiğine de işaret vardır.
Temel ve duvarlar yükselirken, iki peygamberin dudaklarından Mevlâ’ya duâlar da yükseliyordu.
“O vakit İbrâhîm, o Beyt’in temellerini, duvarlarını, İsmâil ile birlikte yükseltiyordu da, birlikte şöyle duâ ediyorlardı:
Ey Rabb’imiz! Senin için yapılan şu hizmeti kabul buyur. Şüphesiz ki Sen her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi bütün yönleri ve derinlikleriyle bilensin.
Ey Rabb’imiz! Bizleri Sana gerçekten teslim olan, iki Müslüman kıl. Soyumuzdan yalnız Sana boyun büken, yalnız Sana kulluk edip teslim olan bir ümmet yetiştir.
İbadetlerimizi, Hac görevlerimizi nerede, nasıl ve ne şekilde yapacağımızı bizlere göster, bize öğret ve tevbemizi kabul buyur.
Şüphesiz ki Sen, tevbeleri çok kabul buyuran, engin ve sonsuz rahmet sahibisin.
Ey Rabb’imiz! Onlara, senin âyetlerini okuyacak, kitap ve hikmet öğretecek, onları manevî temizliğe, nezâhete ulaştıracak kendi içlerinden bir peygamber gönder.
Şüphesiz ki Sen, azîz ve hakîm olan Allah’sın.”(Bakara, 2/ 127-129)
“İlerleyen yaşıma rağmen bana İsmâil’i ve İshâk’ı ihsan eden Allah’a hamd olsun. Şüphesiz Rabb’im duâları işiten ve kabul buyurandır.
Rabb’im! Beni ve zürriyetimden gelecek nesilleri de namazı hakkıyla edâ edenlerden eyle.
Ey Rabb’imiz! Duâlarımızı kabul buyur.”(İbrâhîm, 14/ 39-40)
“Hz. İbrâhîm’in ayak bastığı yerdeki iz, Taze, sanki taşa yeni basmışcasına. Hem bu iz, ayakkabısız, çıplak ayakla,
İki ayak üzere durduğu andan hatıra.”[10]
Beytullah’ta asla unutulmayacak ikinci bir taş daha vardır. Hacerü’l-Esved (Siyah Taş).
Ezherî, “Ahbâru Mekke” isimli eserinde Hz. İbrâhîm’in Kabe’yi inşası ile ilgili bilgi verirken Makam-ı İbrâhîm ve Hacerü’l-Esved hakkında şunları aktarır:
İsmâil(as) geri gelip taşın duvar köşesine yerleştirildiğini gördüğünde; “Babacığım! Bu taşı nereden buldun?” diye sordu.
İbrâhîm(as); “Onu bana, senin getireceğin taşa fırsat bırakmak istemeyen biri, Cibrîl(as) getirdi,” cevabını
verdi.
Cibrîl(as), Hacerü’l-Esved’i olması gereken yere koyunca İbrâhîm(as) üzerine devam ederek duvarı ördü. Bu sırada taş o derece beyaz ve berrak idi ki, pırı pırıl parlıyor dört bir yanı aydınlatıyor, ışık pırıltıları Mekke harem sınırlarının bittiği noktalara kadar uzanıyordu.”[13]
“Hacerü’l-Esved, Cennetten indirildiğinde sütten daha beyaz, daha berraktı. Onu insanların hataları kararttı.”[14]
Baba-oğul iki nebî, gayret, azim ve ihlâs dolu bir çalışma ile kısa zamanda Kâbe’yi inşâ ettiler. Beytullah inşâ edilince sıra onu ibâdete hazırlama, insanlara duyurma ve onları hacca davet vakti gelmişti. Zîra Rabb’i İbrâhîm’e(as); “…Evimi tavaf edecekler, namaz için ayakta kıyam edecekler, rükû ve secde edecekler için temiz tut.
İbrâhîm (as) Kâbe’yi inşâ ettiği, insanları Hacca davet ettiği gibi duâlar da ediyordu.
“Nitekim İbrâhîm şöyle demişti: Rabb’im! Bu beldeyi emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut! Çünkü o putlar nice insanların sapmasına sebep oldular.
Rabb’im! Kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelir isyan ederse şüphesiz Sen çok bağışlayan, sonsuz rahmet ve şefkat sahibisin.”(İbrâhîm 14/ 35-36)
Farklı Bir Duâ
Hz. İbrâhîm’in Mekke’de yerleştirdiği âilesi ve gelecek nesli için bir duâ daha ediyordu. Bu duâ önceki duâlarından çok farklı ve üzerinde ayrıca düşünülmeye değer bir duâ idi:
“Ey Rabb’imiz! Onlara, senin âyetlerini okuyacak, kitap ve hikmet öğretecek, onları manevî temizliğe, nezâhete ulaştıracak kendi içlerinden bir peygamber gönder. Şüphesiz ki Sen, azîz ve hakîm olan Allah’sın.” (Bakara, 2/ 129)
Nûrun Peşinden Gelen Zulmet
Mekke, Hâcer, İsmâîl(as) Hz. İbrahim’in varlığı sebebiyle tevhid inancı üzerine kurulu bir şehirdir. Cürhümlüler bütün fertlerine hürmet duydukları bu üç aziz insan sebebiyle aynı iman ve düşünceleri paylaşıyorlardı. Temiz ve nezih yaşayış bir müddet sürdü. Ancak İblis boş durmuyordu, İblis’in şeytanlaştırdığı insanlar da boş durmuyordu. Giderek berraklık bozuldu, adalet, huzur ve sükûn kaybolmaya başladı. Kötü gidiş durdurulamadı. Zulüm âbâd olmazdı, olmadı. Artık bütün dengelerini kaybeden CürhümlülerYemen’de yaşanan Seylü’l-Arim diye adlandırılan büyük sel felaketi sebebiyle bölgeye gelen Huzâa Kabilesi tarafından Mekke’den çıkarıldılar.
bozulma ve çözülme başlamıştı. Onların içine düştükleri çirkin hayat tarzı ve zulüm de Kureyşlilerin hâkimiyeti ele geçirmesiyle son buldu. Huzâalılar da Kureyşliler tarafından Mekke dışına sürüldü.
yüz tutmuştu.
[2] Sahih-i Buhârî, Bed’ü’l-Halk (Umdetü’l-Kârî 12/ 413).
[3] İsmâîl(as) dünyaya geldiğinde Hz. İbrâhîm’in 86 yaşlarında olduğu nakledilir. (Kasasü’l-Enbiyâ, İbn Kesîr 1/ 190)
[4] Rasûlullah(sav) Efendimiz Buhârî’nin naklettiği hadis-i şerifte;“Allah Hacer’e rahmet eylesin; şayet acele etmeyip Zemzem’i kendi haline bıraksaydı Zemzem akan bir pınar olurdu” buyurur. (Bak:Bed’ü’-l Halk – 12/ 413)
[5] Sahih-i Buhârî, Bed’ü’-l Halk (12/ 414) Aynı rivâyette Beytullah’ın inşa edileceği yerin biraz yüksekçe olduğu, sellerin sağını solunu oyarak alçalttığı, ancak temel olacak alana dokunmadığı yer alır.
[6] Bak: Sahîh-i Buhârî, İcâra (10/ 69)
[7] El-Bidâye ve’n-Nihâye (1/ 180), Peygamberler Tarihi, M. A. Köksal (sh. 193-194)
[8] El-Bidâye ve’n-Nihâye (1/ 180), Kasasü’l-Enbiyâ, İbn Kesîr (1/ 256-257).
[9] Sahih-i Buhârî, Hacc (8/ 63-64). Sahih-i Müslim, Hac (2/ 986, Hadis No: 445).
[10] Kasasü’l-Kur’ân, İbn Kesîr (1/ 203)
[11] Bak: Tefsîr İbn Kesîr (1/ 170 Bakara Sûresi 125. Âyetin tefsîri)
[12] Tefsîr İbn Kesîr (1/ 170).
[13] Ahbâru Mekke, Ezherî (1/ 65). Ayrıca bak: Müstedrek, Hâkim (2/ 292-293).
[14] Sünen-i Tirmizî, Hac (3/226).